Eğer her film bir tablo olsaydı Lars Von Trier’in Dogville’i hangi tablo olurdu?
Kandinsky’nin ilk soyut suluboya eseri olabilir mi?
Lars Von Trier, Dogville sinemada kanıksanmış birçok fikri yerle bir etti. Sinemaya başka bir bakış açısı değil alın size üçüncü bir göz veriyorum dedi.
Anlatmak istediğimle arama hiçbir şey girmemeli fikrinden yola çıkarak tebeşirle çizdiği tiyatral ama bir tiyatro sahnesi olamayacak kadar sade, siyah zeminli dekorunda; evlerin, yolların, odaların sınırının beyaz tebeşir çizgisiyle belirtildiği, kapıların açılıyormuş gibi yapıldığı, geriye sadece oyuncuların oyunculuklarının kaldığı bir dünya üzerinden izleyenin dikkatini nesnelere bölüştürmeden direkt olarak konuya dahil ettiği bir evren yaratarak derdini ifade yoluna gitti.
Bir şeyi ifade edebilmenin yolunu genişletti, bu genişleme “Az olan çoktur” mantığıyla gerçekleşti.
İzleyene nesnelerle oyalanma, anlatmak istediğime odaklan, yani duyguya ver kendini dedi.
Sinema tarihinin, mekâna ayrılan, belki de en düşük bütçeli ama en sarsıcı filmlerinden birini böylece ortaya çıkardı.
Lars Von Trier filminde genel olarak insanlığın riyakarlığına işaret ederken bu samimiyetsiz gidişatın ifadesini de bir yönetmen olarak ciddiyetsiz bir ciddiyetle, bir sahneyi bile çok görerek, nesnelerden uzaklaşıp duyguya odaklanarak yaptı.
Yani bir yerde sinema sektörünün olmazsa olmazlarına, bazı “ciddiyet”lerine saldırarak hatta yıkarak bunu yaptı. Mekânsız da ifadeler güçlü olabiliri izletti.
Kandinsky’nin 1910 yılında kağıt üzerine suluboya, Hint mürekkebi ve kalemle yaptığı çalışma ilk soyut resim olarak kabul görmekte.
Soyut sanatın yani duygulara aracı olan nesnelerden arınmış sanatın kapılarını açan ilk kimdi bunu bilemeyebiliriz ama bunu ilk uygulayan ya da hayatımıza bir eser olarak sokma cesareti gösteren, bize resimde üçüncü bir göz verenlerden biri de Kandinsky oldu.
Nesnelere değil renklerle yansıttığıma bak dedi.
Bir şeyi ifade etmenin ezberler haricinde de ifadesi mümkündür diyerek, sınırsız bir dünyanın kapısını açma cesaretini gösterdi.
Dönemi içinde hayal edebilirsek eğer o günkü sanat anlayışının en derin kabullerine, değerlerine karşı bir bakış açısı sunarak bunu yaptı.
Renkler nesneleri anlatabiliyorsa neden sadece duygularımı da anlatmasın ki diyerek sanatını var eden klasik üsluba büyük bir cesaretle, başka şeyler de mümkün diyebildi.
Müzikle iç içe geçen çocukluğundan notaların pervasızlığını, sanatına akıtarak, pervasız bir sanatın kapısını gösterip soyut sanatın hayatımıza girmesine öncülük etti.
Sanatçının özgür bir zihinle kendine ve kendinden sonra gelecek olanlara her zaman başka bir bakış açısı olabileceğini sanatıyla göstermesi, edinilmiş kabullerle birlikte yol yürürken, bu kabullerin bir zaman sonra sanatını tüketen veya sınırlandıran bir şeye dönüştüğü fark edip başka bir yol bulması ve o yola girecek cesaretinin olması…
Sanırım burada kilit kelime “Cesaret”.
Rollo May, Yaratma cesareti kitabında temel olarak; erdemlere, yeteneklere, fikirlere sahip olabilirsiniz ama bunu dışarı vuracak cesaretiniz yoksa sahip olduğunuzu sandığınız her şey sadece bir düşünceden ibarettir diyerek sanatta ve diğer her şeyde en önemli unsurun cesaret olduğunu vurgular.
Bir filmde (Gibi) dediği gibi “Belki de bu yüzden yalnızca cesurların işidir badana.” 🙂
Bir yanıt yazın